Çarşamba, Temmuz 4

şaşırmaktan yorulun, çıkıyoruz.

çağımızın ciğerli hastalığı. veba. ölümcül. iç.

bir bakan çıkıyor, tüm iç organlarını bir ağız dolusu açtığı delikten bizlere gösteriyor,
berisindeki cemaat alkışı koparıyor,
sağındaki gazeteci ağzından çıkan sinekleri bir entomoloji laboratuvarına götürüyor,
yayın yönetmeni sineğin bağırsaklarını edep yerlerine sürüp sürmanşet ağzımıza sokuyor,
yanımdaki amca gazetenin artakalan kısmından yolda yürüyen bir kadının sallanan poposuna ve teşhir addettiğimemelerine bakıyor,
kadın topuklu ayakkabılarını sinirle vuruyor yanından geçerken bir kürtün,
kürt bir ağız dolusu küfür savuruyor otobüs şoförüne,
şoför el ele otobüse binen genç çifti uhrevi bir gezegende taşlıyor,
genç çift otobüste kitap okuyan adamı bir zaman bir yerde geyik malzemesi yapmak üzere cebine atıyor,
adam candan bakıp türbanlı kadının inancına mumdan kalelerle yanık izi bırakıyor,
kadın telefonda arkadaşına ben o orospu ile çalışmam diyor,
orospu karton toplayanların üzerine üzerine sürüyor arabayı,
geri dönüşüm işçisi insanlığından utandığı her ana bir çay demliyor,
çay benim, bizim, sizin, bizlerin ve sizlerin ince derisine dökülüyor,
yanık tedavisi için doktorlar sağlık karnesini yetersiz bulup bizi eve ve acıya sevk ediyor,
evde klavye faşistlerine, klavye faşistlerine hakaret eden faşistlere, tüm faşizan söylemleri bir diğer grubun götüne sokup yellendirenlere değiyor kolum bacağım,
susuyorum...

yargılanan,
yadırganan,
kızan,
kızılan,
yanan,
yakan...
iç içe kanıma oynuyor.

tebrikler!
tam olarak kime, neye, nasıl ve neden katlanamadığını anlamaya çalışırken beynimin kıvrımlarımdan yere düşüyor, dizimi yaralıyorum.
nasıl ya? diyorum.
hep ama.
nasıl?

oya oya,
altını onun bunun şunun,
şaşırmayalım diye mi yapıyorlar,
şaşırmaktan yorulup ölelim diye mi
bilmiyorum ama işe yaramıyor.
şaşırıyoruz.
yavaş yavaş da...
her şey böyle başlıyor.
ve hep.
çok da küfür var bildiğimiz,
susuyoruz çağrışımında.

Cuma, Nisan 27

Ne iyi görmemeniz.

bitimsiz hesaplılar,
bitimsiz gülümsemeyiş!
sağımda ve solumdasınız,
yanımda ve berimde.
gözlerinizi görmediniz.
ne iyi!
gözlerinizi görememeniz.
suretinizi.



bizim lanetimiz,
sizin gözleriniz.
bitimsiz ve sahici olmayan,
somut ve kararlı,
kalın ve italik ışığınız!
görmemeniz ne iyi!
bizim lanetimizi,
gözlerinizi.

en sahici olanı hatırlatsın suretimiz,
size.
size ve iç'in ipini mumlayan gözlerine.
ne iyi görmemeniz,
gözlerinizi.
ne iyi!

burun sızısı kadar,
et kesiği, kalp ağrısı kadar,
kan kadar,
ağlayamamak kadar,
iç çekmek kadar yani,
sahici bir deliriş peşindeyiz.

kokuşup birbirimize yanaştık,
el ele diz dize,
göz göze durup,
içimizi kutsadık.
durabilmek için yan yana,
gözlerinizle.
ne iyi!
görmemeniz.

Çarşamba, Şubat 15

toza sordum.

bandini'yle karşılıklı susuyoruz.
benim elimde "minik köpek güldü"nün yayınlandığı dergi var.
epeyce zaman olmuş çıkalı, sahici olmayan bir merakla kelimelere göz gezdiriyorum.
bandini tepkimi ölçebilecek bir mesafeden çocuksu bir kibirle bakıyor,
biliyorum, yapıcı olmalıyım.

çay ya da kahve diyor,
sütlü lütfen diyorum.
öyküde kaybolmuş, tüm dil tomurcuklarımla duyumsamak için kelimeleri yalıyor gibiyim.
aslı bu değil.
sıkıldım.
bir daktilo mesafesinde mürekkep kokluyorum ve önümde bir bavul dolusu dağıtılmamış dergi var.
bir otel odası ne kadar sıkıcı olabilir?
bir test yayınındayız ve ben sunucu olamayacak kadar patavatsız, konuk olamayacak kadar beceriksizim.
bandini de öyle.
kibrinde öldürdüğü her örümcek adına ağlarla imza atıyor granül kağıtlarına.
susuyoruz öyle.
en iyi yaptığımız şey bu.
onun ve benim.

tanrıya el açıyoruz.
bitmeyen bilmecenin her taşına tükürdüğü için minnettarız,
öylece durmuş bize bakıyor,
inanıyoruz.
yokluktan ve boşluktan inşa bir dünyada depremi bekler gibiyiz.
bir gün olacak.
çürük inşamıza yalnızca tanrı değil, tüm gezegenler tükürecek,
biliyoruz.

camilla'nın çalıştığı barda konuşmuştuk,
ilk ve son düzlükte,
birlikte ve susarak.
kimsenin bilmediği doğa üstü bir gizemi taşır gibi,
nasıl da kalabalıklara karışamadığımızı...
narin ve nadide uzuvlarımıza zeval gelmesin diye çıkamadığımız tüm ağaçları,
ve açılamadığımız tüm denizleri.
tek tek ve gizli bir gururla.
hatırlıyorum.

Pazartesi, Şubat 13

hayal

bu yaşımda benim için karahindiba ne ise onun için de uçurtma oydu sanırım. çünkü bir karahindiba ile kolon da dahil olmak üzere tüm uçarı kanser hücrelerini dize getireceğimizi salık veren arka sayfa sağlık yazarlarının dediğine göre bir tutam karahindiba’nız var ise her şey yolunda demektir.

kuvvetli bir rüzgar olmasa da çocuklar uçurtma uçurmak istemişlerdi. keşke fizik bilmeseydim. bu sayede uçurtmaları sırtlanıp tepeye tırmanırken kemirgen iç görüm bu havada uçurtma uçmayacağına dair 7 ciltlik eserini hiçbir zaman tamamlayamazdı. her şey için çok geçti. ilk, orta ve lise eğitiminin uygun gördüğü ölçüde mutlak gerçeklerle tanışmıştım.

tepeye vardığımızda ben ve diğer bir iki yetişkin, mevkimizin verdiği yaş ağırlığıyla çocuklara uçurtmanın uçma mekanizmasından bahsediyorduk. ve rüzgar şu şekilde geliyordu ve uçurtmanın eşit uzunluktaki kanatlarından kaldırıyordu ve bla ve bla ve bla.
çocuklarsa yalnızca uçurtmalara bakıyordu. yani en azından mutlak parantezleriyle çevrili menzilimizden gördüğümüz buydu. ipleri taktık ve heyecandan göz bebeklerinde dönme dolap çeviren çocukların eline tutuşturduk. bir uçurtma da ben aldım. rüzgarın şamarını yüzümüzde hissedene kadar koştuk ve uçurtmalarımızı havalandırmaya çalıştık. çok geçmeden bir iki ufak malzeme hatalı düşüş dışında tüm uçurtmalar gök semalarında dansa geçti. usulca salınırlarken bizler de bir taraftan kuşlara gıptamızı gerçekleştiren bu geometrik şekilleri yönlendirmeye çalışıyorduk.

emre. 5 yaşındaydı sanırım. uçurtmasının yularını itinayla kavrayarak yanıma yanaştı. gözlerindeki dönme dolaplar çoktan bağlı oldukları mekanik aksanlarda isyan çıkarıp eylem pankartlarını irin semalarında gezdiriyorlardı.

- biliyor musun? dedi. eğer uçurtmanın ipini yeteri kadar iyi tutamazsan sen de uçurtmayla birlikte havalanabilirsin. bu gerçek.

irindeki pankartlar yerini coşku çığlıklarına, başarı nidalarına çevirdi. yüzlerce kırmızı karanfil kökünden sökülüp yerçekimine selam çaktı. coşkulu kalabalık emre’nin çamlıca semalarında uçan kanatsız uygarlığını karnaval havasında karşılıyordu.

de işte, benim gözlerimim irinde, tüm x ve y’leriyle lise yıllarından salık verilen fizik denklemleri vardı. de işte ben uçurtmayla uçamayacağımla ilgili bir dakikada yüzlerce yerli yabancı makale okumuştum.

bugün uçamadım, yarın lambadan çıkan cin’e verecek cevaplarımı kaybettim.
bugün hayal kuramadım, yarın hayale cevap vermedim.

mutlak olduğu salık verilen tüm gerçekleriniz ya da gerçek olduğu salık verilen tüm mutlaklarınız bir uçurtmanın yularından, bir cinin lambasına kadar ırzıma geçmeden önce ben de katıksız hayal kurardım.

yine.

lütfen yine.

neyse…

Pazartesi, Ocak 9

oralet

ismin yalın halinden de kalender bir oralet dönüyor çaycının tepsisinde.
ah! nasıl mutluluk verir sıcağı bir sahil bahçesinde.

baş mı dönüyor yoksa dünya mı yanıltan...
hem tedirgin bir damarı yalıyor hızı ,
hem de dökülmeyen bir yavaşlıkla bitiyor rüzgarı.

ah! anlaşılmıyor tezatlığı...
haz veriyor dönüşü hem,
hem korkutuyor dökülme ihtimali.

ah! duyuyor gibiyim dediklerini,
körü körüne düşünmeden hiçbir şeyi,
değil mi?

dökülmek peki?
yanmış mısınız,
ya da ağırlığını yakmanın,
bilir misiniz?
ah!

Salı, Ekim 25

çöküyoruz

bir felaketin eşiğinde oturuyoruz.
eşikte büyük ve camdan bir nazar boncuğu var.
velev ki.
eşikten sallananlara su serpiyor .
velev ki nazar boncuğumuzu eksik etmemişizdir.
kirişte arapça bismillahirrahmanirrahim yazıyor.
velev ki.
neyse ki.
iyi ki.

rab boşluklarımızı iyilik ve sevecenlik ile doldurmamızı salık verdi.
neyse ki.
şükür ki.
bazısı daha itibarlı bir iyilik için inşamızdan sevecenlik çalıyor.
rab,
duyuyor musun bak,
çöküyoruz.

bizi diğerinden daha iyi yapacak ruhani bir inanışın peşinde maval okuyoruz.
elimizden gelen bu kadarı.
bizi daha iyi yapacak olanın salyasında ıslanıyoruz.
neyse ki.

şahsi mastürbasyonlarımızı elimizde kumandanın trt 1 tuşu ile ulu orta yapıyoruz.
eksilen her menin daha çok hayata bağlıyor bizi, sizi.
ne kadar sevecenlik çalsak o kadar iyi.
neyse ki.
yaşanacak yer değil dünya.
iyi ki.

günün birinde, birden bire hem de,
dante gibi ortasından sonuna kadar yarılarak öleceğimizi unutanların kumuna işiyorum,
elimden gelen bu.
bu kadarı.

belki.
soruların ve sorunların boşluğunda bir çocuğumuz olur bir gün,
anlam buluruz.

Cumartesi, Ekim 8

mistifikasyon



sağ gözümün uykusu geldiğinde, vücudun çapraz etkileşim sistemi gereği kalbimin ağırlığını hissediyorum.
patolojik bir uyum içerisinde dizilmiş ikea kutularımda, yamuk da olsa gözü yormayan bir ahenk vardır, işte ben oradayım. ahengin kendisinde.
sevkıyat saatini geçirmiş bir mafya babasının telaşında, malları yere fırlatıyorum. shit! bu seferde akrebe yelkovanı olduramadım. shit yani.
ikea kutularımın içinde parlak ambalaj kağıtları, maket bıçakları ve paket süsleri var.
mistifikasyon için biraz da koli bandına ihtiyaç duyuyorum.
gözü yormayan bir sıradanlıkta, onanma duygumu tamir edebilecek tüm paketleri süsleyerek patolojik paralellikte diziyorum.
ne ve neden yaptığımın farkındayım ve elimden ambalaj kağıdını bırakamıyorum.
susturucu takılmış rovelverin gölgesini şakağımda görüyor ve gayelerimi anlamlandırmak için doğadan yardım talep ediyorum.

Perşembe, Eylül 15

kuru kayısı kıvamında bir dizi kıvrım 1


derken gül gül öldüm ki ağzımı toparlamaya kalmadan zil çaldı.
zile doğru yürüdüm. kapıda elinde kahve fincanı ile duran alt komşum kezban teyzeydi. 
kanaatimce tüm alt komşuların bir ismi varsa bu da kezban olmalıdır. çünkü kezban ismi oldukça sıradışı bir naiflikle örülmüş bir gizemi gizler. apartmanınızın girişindeki zillere daha dikkatli bakın! kezban ismini gördüğünüzde şaşıracaksınız. merhaba kuantum!
kezban teyze bir tutam nanem olup olmadığını soruyordu. cevabım şu oldu: var.
neyseki pek beklemeden ağzındaki baklayı çıkardı. bir çorumlu olarak kayseri mantısı yapmıştı. yağını ocağa koymuş, altını açmıştı. o demeye nanenin olduğu küçük plastik kutuda nane kalmadığını farketmişti. bende fazladan biraz nane varsa verebilir miyimdi. bundan gerçekten memnuniyet duyacaktı falan. 
peki deyip fincanı elinden aldım. kapıyı aralık bırakıp mutfağa geçtim. antep'ten aldığım bakır cezvemi çıkarıp, kezban teyzenin verdiği fincanı ağzına kadar su ile doldurdum. suyu cezveye zerk ettikten sonra bir tatli kaşığı türk kahvesi ekledim ve kısık ateşte pişmeye bıraktım. 
köpük kenarlardan ortaya doğru hareket etmeye başladığı gibi kahveyi ocaktan aldım. fincana dökerken sigara paketimde yalnızca 20 adet sigaradan firar eden tiynetsiz tütünlerin olduğunu farkedip kapıya koştum.
kezban ablaya bir dal sigarası olup olmadığını sordum. yelek cebine uzandı ve bir dal uzun marlboroyu elime tutuşturdu.
saol deyip içeri geçtim. kahvemi ve sigaramı alıp balkona çıktım. ve fakat kapının eşiğinden balkona varan yol boyu aklımı kemiren sorunun pençesinden kurtulamadım.
uzun marlboro neden bu kadar kısaydı?
bu sorunun verdiği derinlikle balkondan ufuklara daldım. kimi gemiler batırdım, gizemimde ne canlar yaktım.
kahvemi bitirip telzevisini çalkaladıktan sonra fincanı kendim taraf kapatıp kapıya koştum.
çünkü evli değildim.
kezban abla evliydi.
kezban abla aynı zamanda çorum'luydu.
evlilik yüzüğünü alıp alamayacağımı sordum. bir iki çevirip altın yüzüğünü avcuma bıraktı. 
balkona gidip yüzüğü fincanın üzerine bıraktım.
bir taşım soğuduktan sonra halimi öğrenme isteği ve arzusuyla kezban teyzenin yanında bittim. 
fincanı kaldırıp bir iki damla tabağa salladı. 3 sayısının gizemine inanmama yetecek kadar cümle kurduktan sonra soğumadan yıka da tutsun dedi.
peki deyip mutfağa geçtim. fincanı yıkadım, ocağın yanındaki bezle kuruladım.
fincanın içine bir tutam nane koyduktan sonra kapıya geri döndüm. kezban teyze teşekkür ederek evine doğru yuvarlandı.
kapıyı ardı sıra kapatıp salona geçtim. derken derken uyuya kalmışım.
ve bu tip şeyler.

Salı, Eylül 13

Oyuz manzarasına hürmeten

hayatımın dörtte biri şu kelimeyle kaplı: deliriyorum.
ama hayatım tam olarak dörde bölünmüyor. nedeni; hayatımın tam olarak dörde bölünmemesi. ve bu sayede bazı eşyalar biriktiriyorum.

kral arthur doğduğunda ben daha çok küçüktüm ama hakimiyet kaygısını bıngıldağımda hissedebiliyordum. ve böylece başladı bu kesif savaş. hayır burada kurşun askerden bahsedecek kimse kalmadı. yani etrafımda. etrafımda kurşun askerden bahis açan uzak doğu sevecenliklerinden yok.

ben çok küçükken lojmanın duvarına kiremitle bir kapı çizmiştim. eğer kiremiti çok sıkı bastırmazsanız lojmana sizden sonra yerleşen memurun karısı duvarları şarap rengine boyatır. ve bu hayal etme yetinizin kapısının silindiği anlamına geliyor. zaten babam sıçan uçurtması yapmayı bıraktığından beri girişinde yıllanmış bir ağacın gövdesi olan o devlet dairesinde uçamadım. hastane kokusu kadar korkutucu evrakların üzerinde mühür olmaya da hiç niyetim yoktu.

derken babam lojmanın dökme beton kaldırımlarını inletecek bir korna sesiyle bize ilk arabamızı müjdeledi. salçalı ekmeğimi yere bıraktığım için annem elime vurmasaydı sevincim daim olurdu, döküldüm. silinen kapıdan bir tahta bavulla çıkıp hayallerimi yeni kırmızı arabamızın bagajına yerleştirdim. keşke babam o arabayı satmasaydı.

okulun ilk yıllarında, annem bir sonraki yıllar için hesabını yapmış ve bir kısmını eteğimin beline, kalanını da ayakkabımın topuğuna katlamıştı. bağkur emeklisi ender amca kırmızı arabamızı lisenin duvarına çarpmış, enkazdan tahta bavulumu buldum. neyse ki epey bir boşluk kalmış okul yılları hayallerim için, sağına soğuna tepiştirdim, kazan dairesine indirdim. hayalperestliğimden yakınan türkçe hocam bavulu saklandığı yerden çıkardığında babamın karşısında mahcup olmamalıydım. annem dolmadan artan içi aldığımız buzdolabının buzlanan buzluğuna yerleştiriyordu.

küçük şirin ve yobaz şehrimi terk etmeye karar verdiğimde üniversite kayıt formunu dolduruyordum. babam yine üzüntüsünü olmuşluğumu iteleyerek göstermeyi tercih ediyordu. radyoda joga çalıyordu, biliyorum.
evet bavulu toplamak kolay olmadı ama başardım, eksilmiş ve eskimiş suretine aldırmadan doldurdum. annem doldurma o kadar hiç birini kullanmayacaksın, biliyorum demişti. hakkı var, biliyordu.

gözlerim doluyor düşününce, dutları yıkamadan, üfleyerek yediğim o oyuz manzarasına hürmeten ağlamıyorum.
sonra canım sıkılıyor. kimseyi anlamadan bir tren garının mermer merdivenlerinde hayata sövüyorum. ve bence bu muhteşem bi fikir.

tişikkirler

Pazar, Eylül 4

a. ve bu

notanın ve dilin büyüsü omzumuzdadır, kulak deliği saklanmak için güvenli değil.
kimi yasalar gereği yukarıdan aşağıya doğru bastırmaktadır. 
sigarayı azaltmalı, apolet bulundurmalı ve karmaşaya mahal vermeden en yakın deniz kıyısında ölmeliyiz.
ilk ezanla yola çıkıyoruz.

Çarşamba, Ağustos 17

Yalnız ama özgür atlar!

- gerçekten deli olduğunuz doğru mu, ferdinand? diye sordu bana bir perşembe günü.
- öyleyim! diye itiraf ettim.
- o halde, burada sizi tedavi edecekler, değil mi?
- korkunun tedavisi yoktur, lola.
- o kadar çok mu korkuyorsunuz?
- sandığınızdan da fazla, lola, düşünün, o kadar korkuyorum ki, eğer olur da kendime ait doğal bir nedenle ölürsem, ileride, cesedimin yakılmasını bile asla istemem! bıraksınlar beni toprakta, mezarlıkta çürüyeyim, rahat rahat, oracıkta, belki de yeniden yaşama dönmeye hazır biçimde... belli mi olur! oysa beni yakıp küle çevirseler, lola, anlıyor musunuz, o zaman her şey bitmiş olacak, iş işten geçmiş olacak... bir iskelet, ne de olsa, az çok insana benzer yine de... küllere kıyasla her zaman için yeniden canlanmaya daha yatkındır... küle döndün mü iş biter!.. öyle değil mi?.. hal böyleyken, hele savaştan hiç söz etmeyelim...
- aaa! siz demek gerçekten de korkağın tekisiniz, ferdinand! bir lağım faresi kadar tiksindiricisiniz...
- öyle, büsbütün korkağım, lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum... ben savaş var diye üzülmüyorum... ben kaderimize razı olmuyorum... ben bu konuda sızlanıp durmuyorum... onu olduğu gibi reddediyorum, içindeki insanlarla birlikte, onlarla, onunla hiçbir alışverişim olsun istemiyorum. isterlerse dokuz yüz doksan beş milyon kişi olsunlar ve ben tek başıma kalayım, yine de haksız olan onlar, lola, haklı olan da benim, çünkü ne istediğini bilen bir tek ben varım: ben artık ölmek istemiyorum.
- ama savaşı reddetmek olanaksız, ferdinand! vatan tehlikedeyken savaşı reddetmek için ya deli ya da korkak olmak gerek...
- o zaman da yaşasın deliler ve korkaklar! ya da daha doğrusu bir tek deliler ve korkaklar yaşayabilecek! örneğin yüz yıl savaşları sırasında ölen askerlerden bir tanesinin bile adını hatırlıyor musunuz, lola?.. bu isimlerden bir tanesini bile öğrenmeyi denediniz mi?.. hayır, değil mi?.. asla denemediniz? onlar sizin gözünüzde şu önümüzdeki herhangi bir eşyanın sıradan bir atom zerreciği kadar adsız, önemsiz, hatta daha bile meçhul, sabahki dışkınızdan bile değersiz... gördüğünüz gibi, lola, boşuna ölmüşler! bir hiç uğruna ölmüş o salaklar! iddia ediyorum! kanıtı ortada! tek değerli şey yaşamdır. bahse girerim ki on bin yıl sonra, bize ne kadar mükemmel görünürse görünsün, bu savaş tamamen unutulmuş olacak... olsa olsa bir avuç malumatfuruş, bu savaş ve onu süsleyen belli başlı katliamların kesin tarihi konusunda sağda solda kapışırlar, o kadar... insanların birkaç yüzyıl, birkaç yıl, hatta birkaç saat mesafeden birbirleri hakkında anımsamaya değer buldukları biricik şey budur... ben geleceğe inanmıyorum, lola...


Alıntı: gecenin sonuna yolculuk, celine

Salı, Ağustos 9

mavi kuş'a

Oyuz'un yamacında mısır püskülü sararken, ciğerimize çektiğimiz tedirgin keyif, ayağımıza dolandı uzunca.
babaannem ve dedem pekmezlikte keyif çayı içiyordu.
hamak boş, işgan erikleri acıydı.

çarkın çomağı kıymık olup eline battığında, toplumsal hassasiyetin en içten olmayanı ile sınanıyordun.
sızısı püskülü tutan ellerimi uyuşturdu.
koşarak kaçılamayan bir çatışmada, olanca mermimle ateş ediyorum ortasına,
yamaçta coşkulu kalabalık,
sessiz bir gürültüyle yadırgıyor savaşı,
biliyorum.

biliyorum yetilmesi anlamsız bir gerçeklik talebindeyiz,
kalabalığın gürültüsünden işleme alınmıyor.
geminin gövdesi suya battıkça şahsi başarılarımızın plaketlerini denize savuruyoruz,
sizin istediğiniz gibi olsun, ölme niyetinde değiliz.

etten kopan her meşru paket denize indikçe,
sahici bir sızı yaşanıyor,
biliyorum, büyütmesi zor nadide bir yan'nındı.
atmadıkça batan, attıkça eksilten, eksilttikçe çürüten bir gürültüde var olma hali,
aksine gücümüz yetmiyor.

çomağın sızısında kayıp olup yetişemedik,
sürecin kendisi başlı başına gürültüyü bastıracak bir alkışı hak ediyor,
tacını hakkaniyetle kendine teslim etmen gerek,
bir kanat boyu uçmak ne demek!
ben büyük bir alkış için ellerimi uyuşturuyorum.
hep.

Çarşamba, Temmuz 27

Amy'ye

Fante’nin “minik köpek”i öldüğünde Meksika usulü bir yemek yedik ve kilisede Pazar çanları çalıyordu.
Böylelikle Bandini, varoluşunun mihenk taşını bilinçdışına düşürdü.
Biz seninle gülüyorduk.

İlerlediğimizi düşünüyorum. Geriye doğru bakabildiğim zamanlarda, ya da geriden bir yerlerden ekmek isterken.
Geriye imrenerek değil iğrenerek bakan bir dudak büzüşmesi kadar çetrefilli bir delirişti bu.
Sonra gıpta kelimesi karşılığını buldu.

Birini haşlanmış mısırın suyunu yudumlar gibi doğasıya sevdiğinde, tüm bulgularını varoluş hikayene ataçlayan devlet memurlarıyla kavga etmiştim.
Dosyayı kapatmak niyetindeler. Ben ısrar ediyorum.  Ölümle eş değer bir savaşsızlıkla başa çıkamazsın, biliyorum.
Sonra çoklarının istediği düzleme takılır düşersin ve ölesin gelir.

Karşılaştırmalı edebiyat yaparken 8 yaşında değildik ama fark bulmaya meyil ettik.
Bizde de var.
Farkların bizi farklı yaptığı ruhani bir inanışın gemisine bindik.
Sen ikinci kadehteyken beni deniz tutmaktaydı, kustum.

Büstün, kabul edenlerin sırtında High Hopes’un içinden geçerken,
Syd Barret kadar gerçek bir yokoluş yaşanıyordu.
O zaman Syd 27 değil, 48 yaşındaydı.
Yargılandığı kabulcülerin taburesindeki son 12 yılından yiyordu.

Kabul etmediğinde mahkeme celbi posta kutusundan çalınmış,
Gemiden düştüğünde kararın okundu, biz dinlemedik.
Sen ölümle arınıyordun.
Dalga sesi iç savaşının tüfeklerine denkleştiğinde duyamadığın bir mesnevi okuduk:
“We only said good-bye with words” 

Cuma, Temmuz 1

doğdu, yaşıyor, ölecek

Ben.
Yani ki şu: doğdu, yaşıyor, ölecek.
Varoluş yolunda iç kıyımına şahitlik arayanlar,
Yıkımıma çomak soksanız da bence varolduğunuz çok iyi oldu.
Bir erk ya da kahraman olan varsa o da dedemdir,
Yani ki şu: doğdu, yaşadı, öldü.
Hatırladığım en güzel an, babamın köyde beni ata bindirdiği an
Babamdan en az 1 metre daha yukarıdaydım.
İlkokulun ilk üç yılı, sonraki yıllar için biçilen payı katladıydım göbeğime,
Son iki sene etek boyum uzadı.
Oradan öğrendim herhalde katlanan payları,
İçe doğru,
Bilmiyorum.
Bir katı açınca boyum uzadı omurumdan.
Yeşilin doğayı hatırlatması kadar doğal bir yıkım yaşanıyor.
Tamam hepsini normalleştirdik, paket kağıtlarının üzerine kurdele de astık.
Annem benim ayakları üzerinde duran biri olmamı istemişti.
Babam da öyle.
Eğer şimdi yağmur yağarsa,
Bir ilkokul çıkışına yetişmeliyim.
Kendi başının öfkesine yenilen formalı çocukların servise binişleri kadar gerçek bir ıslanma peşindeyim.
Fante’nin sağdıcı olacak yaştayım.

Pazartesi, Nisan 4

şimdiki zaman

salondaki perdenin pembe çiçeklerinin ortasında ışıkta görünmeyen bir sarı var. ya da turuncu. bilmiyorum çünkü tül. ve tülden istediğiniz rengin gerçek kartelasını göremezsiniz. perdenin yanında yeşil sarkıntılar var. bunların güneşlik olduğu söyleniyor. bu sayede güneşi engelleyebiliyorsunuz. bir odaya güneş girmesinin engellenmesi yeterince saçma değilmiş gibi güzel görünmesi için bir de tülünden koyuluyor.

parkelerin bazıları karardı. nedenini bilmiyorum. benimle alakalı olabilir. kapıyı açık bıraktığımdan içeri su girmiş ve tahtaları karartmış olabilir. umrumda değil. ev sahibinden kaporayı almak istediğimde bu konuyu tekrar düşünebilirim.

meyve yemek için yeterince yerim yok. aslında bir portakal boğazımdaki paketin etken madde şiddetini azaltabilirdi. şuan bu kararı vermek için çok yorgunum.

şimdiki zaman inanılmaz. şimdi yani şuan. gördüğüm. yaşadığım an. şimdi. tüm gerçekliğiyle idrak yollarımı şenlendiren davullu zurnalı bir şölen. damat traşı olmamışım ya da gelin başım düğün için yeterli değil. bu nedenle şenlikler bensiz kutlanıyor. aslında neler yaşandığını da çok merak etmiyorum.

şuan bir yağmur ormanında koşmaktan daha önemli ne olabilir? hiçbir yere ya da her yere varmak için koşmaktan daha gerçek ne olabilir? aslında bu soruyla da yeterince ilgilenmiyorum.
nedeni midemdeki yanma olabilir.

pembe bir polar battaniyenin üzerine mavi ve yeşil benekler yapma fikrinin ilk çıktığı ana ışınlanmalıyım. bu sayede bir battaniyeye gerektiği kadar önem veren o muhteşem insanlarla tanışma fırsatım olur. polar bir battaniyeyle yeterince ilgilendiğim bir gelecek zamanın varlığını şüphe ile karşılıyorum.

ve şirketin bu mali bilanço ile yılı doldurmasının matematiksel olarak mümkün olmadığının anlaşıldığı o anda aklımın herhangi bir köşesinde yanacak parıltılı fikir ampullerinden düğün süsü yapacağım o günü.

doğrusunu isterseniz hayatta bazen durmak gerekiyor. şimdiki zaman böyledir. öyle uzun durur ki dimağınızı delip geçen yüklü uçların canınızı yakmasına zaman kalmaz. çünkü şimdiki zaman yeterince uzundur.

Perşembe, Şubat 3

sar.mal sil.indir

sarkastik saat öğle vakitlerinde kılınan namazları,
saate ayan minare gökyüzünü,
gökyüzü tanrıyı,
tanrı da beni işaret ediyor.
gücüne olan itimatı ile sarmal bir silindir geçiriyor,
temkinle bakıyorum uzantısına,
dökülüyorum.
bitmiyor yıldıza hicret hevesim.

Cuma, Ocak 14

kalbimin şen bülbülü

olmuşluğumu kabimle tutup babama uzattığımda ilk, kalbinin gururunda öten bülbülü göremedim. 
elbet duyardım gözlerinden yüzünü kaçırıp dökülmeseydi,
ellerini ellerime verip dudağının kenarındaki mesneviyi okusaydı.
ağzının gururunda açılan yaralar, olmuşluğumu reddetmeseydi duyardım elbet. 
ben o vakit, bülbülün sesini işitebilmek için bölündüm.
olmuşluğumu, ben o gün babamın kalbindeki gurura parazitledim.
olmuşluğum ki tabiatı o kadar küçük, kırılgan.
bülbülü duyup gülden nasibimi almak için köklendirmeden uzattım o ağacı.
aslolan, köksüzün kökünde, aslolan köksüzün gölgesinde içgüdüsel büyüdü.
ne köksüz onsuz ne aslolan köksüz kalabildi.

iktidarca onaylanmayan hiçbir varoluş, çoğunlukça meşru değildir.
meşru olmayan her varoluş, çoğunlukça kabul gören bir kopyasını yaratmaya mahkumdur.
bu mecburiyet, kontrolsüzce çoğalır, bölünür, her bölünme ilkin diğer parçalarca coşkuyla kutlanır.
bölünmüş, parçalanmış bir varoluş, hiçbir zaman kendi iktidarını yaratamaz.
ve tıpkı bir ökse otu gibi, kendine besin sağlayacak ulu bir ağacın egemenliğine girmek ister.
çokluk acıdır. 

Cuma, Aralık 24

övgü, yergi ve susturucu

yaşantım sıradanlığa duyduğum övgülü sığınma isteği ve sıradanlaşmakla aramda olan gururlu korku arasında örülmüş.
katiline aşık olan bir sürüngen gibi sarımsak kokulu nefesinden haz alıyorum.
şakaklarıma dayadığı silahın susturucusunda yalvarıyorum.
gururum ve övgüm ölüme ya da yaşama sığınmaya izin vermiyor.
özgünlüğüme yazılmış şiirler ve bana farksızlığımı hatırlatan ezgiler arasında keman yayından bir ip germiş cambazlık yapıyorum.
 hiç bir yere yürümekten ya da herhangi bir yere düşmekten emin değilim.
her gün tonlarca para verip yanlışlarımı satın alıyor, reçineyle yayımı yağlıyorum.
kesintisiz ve kesilmeden kayıyorum.

ben devrim yapamam

ben devrim yapamam sinyorita, kanırtırım onulmam.
içimdeki muhalefet bölünür, duyduğumu sindirmem muhalefete "rağmen" olur. her hücreden bir ses çıkar, susturamam.
güçlü bir hitabetim ya da karizmatik bir duruşum yoktur, inandıramam. ikna edemem her canımı, kendimden emin olamam, karşı çıkanı anlamadan yapamam.
ben devrim yapamam che, bir gruba mensup olamam.
bütünün bir parçasından kuşku duydum mu, ben o bütünde duramam.
kömür dağıtamam, vaatte bulunamam, kesin konuşamam. ben iktidar olamam.
nereden beslenir muhalif kompartımanlarım, bir bileni kendinden ne zaman dışlar, ne zaman özgünleşir bilemem.
hiç bir parça çelişkili, hiç bir bütün çelişkisiz değil. uzaklarında duruyorum hepsinin, hepsinin içinde. tüm derebeyliklerinde üyeliğim, tüm yönetimlerde imza yetkim var. tüm parçalar için en iyisini bulamam, en iyiden emin olamam.
her bütünün meclisi, her meclisin partisi, her partinin hakimi var. ben karar veremem.
yetki alamam, yetkin olamam, hiç bir kitabı ya da filmi en çok sevemem.
ben devrim yapamam anne, kendimi olduğum gibi kabul edemem.
küçük ekmeklerden büyük köfteler yapamam, ızgaranın kömürünü ben koyamam, ateşi ben yakamam.
eminsizlik halim, benliğime tecavüz ettiğim günün ertesi, hastanemin koridorlarında iki sevimli hemşire tarafından kucağıma bırakıldığından beri, ben kendimden emin olamam.
ben devrim yapamam öğretmenim, notumu kendim veremem.
yaramaz bir çocuk olmanın sorumluluğunu alamam, cesaretimle gözlerimi ışıldatamam, büyüyünce doktor olamam.
anlamadan anlayamam, 30 ağustos'u coşkuyla kutlayamam, bıyıklı adamların bir ileri bir geri davul çalmalarına katlanamam.
hiç bir felsefik akım hakkında kitap yazamam, ödül töreninde tevazudan kıvranamam, hiç bir ankara şehrinin hiç bir caddesinde mütevazi bir bar açamam.
ben devrim yapamam can, küçük bir sahil kasabasında şarapla yaşayamam.
sofrada adam avlayamam, gece elbiselerimle denize giremem, sahilde uyuya kalıp üşütemem.
ben kendimi açıklayamam baba, ben devrim yapamam.

Pazar, Aralık 19

ben yaptım, kendime

hakim çok düşündü. iç çekerek başını önüne eğdi. karar vermekten öylesine sıkılmıştı ki, ağırlığını taşıyacak bir omuz hayal etti, susacağı bir. 
savcıya baktı. savcı da yorgun görünüyordu. sağ elini başına getirdi, başının ağırlığını kendi eline verdi. 
son kez soruyorum dedi hakim, son kez soruyorum. bu saatte bizleri, beni ve savcıyı neden kaldırdın? 
bilmiyorum dedim, mahkemenin kurulmasını ben istemedim. ben istemedim ki sizler de üzülün. ben istemedim anlamsız karanlığın mahkeme koridorlarını aydınlatmasını, istemedim.
bilmiyorum...
benim kalemimin ucu daha iyi yazsın diye açarken kırıldı. topuklarım acıdan ya da soğuktan değil, bakımsızlıktan çatladı. nasırlarım demir döverken değil, gece kalkıp hakim ararken karardı. başımdaki yarık mesela, çıralı bir sobanın kızgın maşasıyla değil, samimi köyümün tatlı meyvesiyle kanadı. 
odayı boşaltıp ışığı ben kapattım. daha çok korkayım diye palyaçoyu odaya ben aldım. bıçağı ben tuttum, façamı ben attım. kendi isteğimle kanımı suladım, yaramı acıttım. 
daha çok ağlayayım diye soğanları ben doğradım.muz kabuklarını yere attım, kayıp düşeyim diye olanca gücümle koştum. ben açık bıraktım ocağı canımı yakmak için. 
bir gruba mensup olamadım, varolanı savunamadım, bir yazara aşık olamadım, beni anlayana saygı duyamadım. aşağılamaktan çok aşağılanmaktan korktum, yargılamaktan çok yargılanmaktan.  
şahit istemeyin ne olur. istemeyin tutarsızlıklarımın müsebbibini.
delil yetersizliğinden beraat ettirmeyin, cezayı bana bırakmayın.